Hampden

Altın Kaplama, Seri No:307/3258258, 1900lerin başı, Amerika Birleşik Devletleri

Müslüman Saati

İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.


 Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.


 Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.


 Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.


Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

        Ahmet HAŞİM

        Dergâh, c.I, nr.3, 16 Mayıs 1337/1921
        Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi’nin Cilt: I Sayı: 4

Bizim de Çalar Saatlerimiz Vardı

Dursun Ali TÖKEL

Yâr-ı müşfikdir çalar sâat beni âgâh eder

Ömrümün her saati geçtikçe bir kez âh eder1

Ziya Paşa

Şair tezkireleri deyince aklımıza genel olarak “şairlerin hayat ve eserleri hakkındabilgi veren biyografi kitaplarıdır” dışında ne geliyor? Mesela tezkirelerher akşam, sabahları uyanmak için kurduğumuz çalar saatlerin tarihi hakkındabilgi alacağımız bir vesika değeri de taşıyabilir mi? Hemen her yazımızda vurgulamayaçalıştığımız bakış açımızı burada tekrarlıyoruz: Bir şey tanımı yapılmayano şey olarak nedir? Bu yazıda şair tezkirelerinin bir biyografi kaynağı olmasınınyanında, aslında kültür ve bilim tarihimiz açısından ne kadar önemli olduğuna dadikkat çekilmeye çalışılacaktır.2 Bu manada yazımızda şu sorulara genel cevaplararayacağız: Çalar saat ne zaman icat edildi, çalar saatin icadıyla ilgili mevcut bilgilerne kadar doğru, Gelibolulu Âlî’nin verdiği bilgiler çalar saatin icadına vekullanımına dair bilgilere nasıl orijinal katkılar sağlıyor? Gelibolu Âlî’nin Künhü’l-Ahbar adlı eserinden derlenerek oluşturulan tezkirekısmını okurken orada Hüsrev adlı bir şairin biyografisindeki bir latife çok dikkatimiçekmişti. Âlî, Hüsrev’in kim olduğunu kısaca tanıttıktan sonra onun hazırcevap bir kişi olduğunu da ilave ediyor ve bu yönünü vurgulayan bir anekdot anlatıyor. Buna göre Hüsrev, ünlü bir kişinin konağında verdiği ziyafete katılmıştır. Ziyafet esnasında misafirlerden birisi gözüne kestirdiği çok değerli bir saati çalar ve cebine atar. Biraz sonra ev sahibi saatin yerinde olmadığı görür, çalındığını anlar ama hiç telaşlanmaz. Çünkü henüz dışarı çıkan olmamıştır. Nasıl olsa biraz sonra saati kimin çaldığı belli olacaktır? Nasıl mı? Çünkü çalınan bir çalar saattir ve saat başı çalmaktadır. Hakikaten de biraz sonra aynen böyle olur ve çalar saat onu çalan adamın kürkünün içinde çalmaya başlar ve böylece hırsızın kim olduğu belli olur!“Eeee, bunda ne var?” mı diyorsunuz?

Çalar Saatin Kısa Tarihi

Âlî’den bu metni okuyunca beni bir hayret aldı. 16. yüzyılda, İstanbul’da, bir konakta her saat başı çalan bir çalar saat var ve bu saat bir kişinin cebine girecek kadar küçük! Çalar saatin icadı bu kadar eski miydi? O anda aklıma, evimize alınan ilk çalar saat geldi. 1972 yılı, bir köyde yaşıyoruz. Babam bir akşam şehirden elinde bir paketle geldi. Büyük bir heyecanla açmıştık. İçinde tepesinde iki tane çelik kubbesi, bu iki kubbe arasında da bir çelik tokmağı olan bir saat çıkmıştı. İlk defa böyle bir şey görüyorduk. Babam bunun bir çalar saat olduğunu ve kurunca çaldığını söylemişti. Ve hemen ilk uygulamayı da yapmış, saati kurmuş ve bir iki dakika sonra saat büyük bir zırıltıyla çalmaya başlamıştı. Nasıl bir şaşkınlık içinde olduğumuz tahmin edilebilir. Saatin alt kısmında sanki yem yiyormuş gibi kafasını aşağı yukarı hareket ettiren bir horoz resmi olduğu için horozlu saat dediğimiz bu saat o günkü insanlar için büyük bir icattı. Zira sabah uyuyup kalma derdi artık bitmişti ve isteyen herkes dilediği saatte uyanabilirdi. Bildiğim kadarıyla bu kadar küçük, her yere taşınabilen ve basitçe herkesin kurabileceği bir çalar saat ilk defa evlere giriyordu.

Âlî’yi okuyunca çalar saatin ne zaman icat edildiğinibir araştırayım dedim. Ne yalan söyleyeyim, kafam dahada karıştı. Kaynaklarda birbirini tutmayan bir bilgi yığını var. Herkes kendi çalar saatinin icadının tarihini anlatıyor galiba. Dikkati çeken başka bir husussa bu icatlar tarihinde bizim hiç esamimizin okunmamasıydı. İşte çalar saatin icadıyla ilgili karmaşık bilgiler:“Almanya’da Würzburg kentinde, 1350-1380 yılları arasında yapılan ilk çalar saat duvara asılabilecek şekilde planlanmıştı. Bu saat, halen Würzburg’daki Mainfrankisches Müzesinde muhafaza edilmektedir. Orta Çağ’da çalar saatler, özellikle manastırlarda yaygın bir biçimde kullanılıyordu. Zira buralarda belirli zamanları kaçırmamak gerekiyordu.”3 Bir başka kaynağa göre ise çalar saat ilk defa 1787’de kullanılmıştı. “Çalar saatlerin yani mekanik saatlerin tarihi oldukça eski olsa da, günümüz mantığındaki ilk çalar saat, 1787′de Levi Hutchins tarafından icat edilmiştir. Hutchins, bu saati her gün 4’te çalacak şekilde ayarlamıştır. Amacı da şimdiki gibi işe zamanında gitmektir. Ayarlanabilir ilk mekanik çalar saati ise, Fransız Antoine Redier icat etmiş ve patentini almıştır.”4 Hayat Ansiklopedisi’ne göre ise ilk çalar saat yanan bir sobanın üzerinde çalışıyordu: “İlk çalar saat yanan bir sobanın üzerine gerilmiş bir ipten ibaretti. Ateş ipe gelince ip yanıyor, ona bağlı madenî bir top, altındaki madenî levhanın üstüne düşerek ses çıkarıyordu.”5  “İlk çalar saati 1350 yılında Almanlar yapmıştı” diyen kaynağı okuyunca, Almanlara 807 yılında Harun Reşid tarafından hediye edilen çalar saati hatırladım ve tebessüm etmekten kendimi alamadım: Halife Harun Reşid’in elçilerinden Abdullah, miladi 807 yılında Aachen’de Kayzer Büyük Karl’a Halifenin bir hediyesini sunar. Bu, o güne değin Avrupalıların görmediği bir saattir. Saatin pirinçten yapıldığını ve hayrete şayan bir şekilde monte edildiğini yazan Kayser’in tarihçisi Einhard, bu olağanüstü cihazı şöyle tanıtıyor:

“Bu su saati, on iki saatin geçişini hesaplıyor ve saat başlarında olmak üzere on iki kürecik düşürüyordu. Her birkürecik alttaki zile çarpınca, etrafa ses aksediyordu. Açılan kapılardan aşağı düşen kürecikler, bir saatlik zamanın tamamlanması ile dışarı fırlıyordu. Bu sıçrayışların sonunda on iki kapı da teker teker kapanıyordu. Bu saatin, şimdi anlatılması uzun sürecek, görülmeye değer dikkate şayan tarafları vardı.”6 Harut Reşit zamanında makineli çalar saat yapıldığı bir diğer kaynakta da belirtilmiş. Bu kaynağa göre Türklerin saat tarihi henüz ele alınmamıştır. Yazar 30 yıl boyunca saatleri araştırdığını ve Türklerde ilk saatin Selçuklular Devri’nden kalma, Manisa’da yalnız saat başları çalan, minesiz,çelikten mamul, üzerinde Alaaddin yazılı bir saat olduğunu söylemektedir.7

Saatin icadında ve tarihsel gelişiminde Müslümanların oynadığı tarihî rolün unutulduğu veya unutturulduğu apaçık belli. Peki, bizim tarihimizdeki saatçilikle ilgili neler söyleyebiliriz? Bir kaynağa göre Osmanlılar İngiliz ve Fransız saatlerini örnek alarak saatçiliğe başlamıştı: “Osmanlı Dönemi’ne gelince: Belgelerden öğrenildiğine göre İngiliz ve Fransızsaat teknikleri kullanılarak 17. asrın başlarında İstanbul’da saat üretimi gerçekleştirilmişti. O dönemde saat yapımında Abdurrahman ve Galatalı Şahin Usta bilinmekteydi. 19. yüzyıl Türk saatçiliği için aşama yapılan bir dönem olmuştu. Mevlevi tekkelerinde yaşayan Ahmet Eflaki Dede gibi ustalar tarafından yapılan saatler mekanik incelikleri yanında estetik güzellikleriyle de ün kazanmışlardı.”8 Bu bilgiler ne kadar gerçeği yansıtıyor?

Osmanlıda Saat

Osmanlılarda saatle ilgili yabancı elçi ve seyyahların yazdıklarına bir bakayım dedim. Onların notları başka bir âlem! 1616-1618 yılları arasında İstanbul’da bulunan Alman elçisi şöyle yazıyor: “Türklerin ibadet evlerinde çanlar ve açık meydanlarda saatler bulunmadığından, zamanı göstermeye yarayan ve suyla işleyen ‘Clepsydris’ denen aletlere benzer gereçler kullanırlar. Bizim bu ülkeye getirdiğimiz küçük saatler bu yüzden çok işlerine yarar ve önemli konumlardaki beylere yüksek fiyatlarla satılırlar.”9 Bu elçinin bahsettiği o küçük saatlere kitabının ilerleyen sahifelerinde rastlıyoruz. Elçi, Osmanlı devlet adamlarına getirdikleri hediyeleri bir bir sayarken, bu hediyeler içindeki saatler özellikle dikkat çekiyor: Mesela padişaha 2 adet altın kaplama çalgılı saat (fiatı 1850 filori imiş ki diğerlerine bakınca ne kadar pahalı olduğunu anlıyorsunuz. Mesela gümüş süslemeli bir yazı masasının fiyatı 740 filori imiş.), Valide Sultan’a 2 altın kaplama saat, Budin’de Ali Paşa’ya 2 adet saat, Kızlarağası’na büyük boy altın kaplama saat, İskender Paşa’ya iki büyük ve iki küçük saat…10

18. yüzyıl İstanbul’unu anlatan İsveç büyükelçiliği görevlisi D’Ohsson, saatçilik, ayna, cam eşya, kâğıt ve kakmacılıkta Türklerin henüz pek ilerlemediğini yazıyorsa da11 sair kaynaklar hiç de öyle söylemiyor. Elimizde Millî Saraylar Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan ve Şule Gürbüz tarafından hazırlanan çok değerli bir Saat Kitabı var.12 Bu kitapta Türklerde satin tarihi ve Topkapı’daki olağanüstü saatler hakkında çok kıymetli bilgiler harika fotoğraflar eşliğinde verilmiş. Bu eserden Osmanlıda saatlerle ilgili olarak verilen bilgilere bakıyorum.

Buna göre Osmanlıda “pazarına saat imal edecek, bu işi oğluna, torununa aktaracak kadar oturmuş müesseseler, burada markalaşmış saatçiler var.” (s. 36). Bir başka bilgi ise, bu dönemde saat parçaların Almanya’dan getirilip İstanbul’da monte edildiği ve bunlara da Galatakârî dendiği şeklinde. Şule Gürbüz’ün verdiği bilgiye göre atalarımızdan bugüne kalan en eski Türk saati 1650 yılında Saatçi Şahin tarafından yapılan ve bugün Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan harikulade saat. (s. 39). Daha sonraki dönemlerde ise Türk saatçiliği parmak ısırtacak bir inceliğe kavuşmuştur: “17. yüzyıl Türk saatleri de çok işçilikli, çok incelikli, dünyaya bunu yapmaya gelmiş dedirtecek kadar ustasının her şeyini verdiği eserler. Mustafa Aksarayî’nin saati, Şeyh Dede’nin saati, Bulugat’ın saati, hep, her parçası aynı ustanın elinde yapılmış, müthiş bir emek ürünü, hayal ve korku dolu, çok içe dönük saatlerdir.”13

Peki, Osmanlı’da çalar saatin durumu ne idi? Bu konuda maalesef kaynaklarda doyurucu bilgilerle rastlayamıyoruz. Saat Kitabı’nda verilen bilgilere göre Osmanlılarda İngiliz işi çalar saatler kullanılıyordu ama bunlar son derece gürültüyle çalışan, ağır ve duvarlara asılan saatlerdi: “18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’de çok üretilen ve Osmanlı pazarına da çok miktarda gönderilip âşinâ olunan İngilizlerin ‘lantern clock’ dedikleri bir saat tipi vardır. Bu saatler ağırlıkla çalışır, saat başlarında çalarlar; genelde günlük kurmalı olup, kısa armudî sarkaçlıdırlar. İngiltere’de bu tip saatler, bizim kavukluk dediğimiz bir sehpaya yerleştirilerek duvara asılır… Makineleri pirinçten, sağlam yapılıdır ve çok doğru gider ama balta maşasından ötürü çok gürültülü çalışır.”14 O devir saatlerinin, özellikle de muvakkithanede kullanılanlarının ne kadar gürültülü çalıştığına bir başka eserde de değinilmiş: “… hele saat başlarında öyle bir vuruşları vardı ki, Paris’teki meşhur Notre-Dame kilisesinin kampanası halt etmiş onun yanında!”15

Şule Gürbüz’ün kitabında da Gelibolulu Âlî’nin tasvir ettiği cinste bir saatin 16. yüzyılda İstanbul’da kullanıldığından bahsedilmiyor. Bir başka kaynak ise taşınabilir saatlerin 17. yüzyıldan evvel yaygın olmadığını yazmış.16

Gelibolulu Âlî’nin Saati

Gelelim Âlî’nin bahsini ettiği saate. Gelibolulu Âlî, Hüsrev adlı şairle ilgili çeşitli bilgiler verdikten sonra Hüsrev’in bedîhe-gû (hazırcevap, esprili) bir kişi olduğunu söylüyor ve şu kıssayı naklediyor: “Mezbur bedîhe-gûlukda dahi kudretle meşhûrdur. Ekâbirden biri eşrâf-I Etrâkdan niçeleri ziyâfet idüp ve kendisi dahi anlardan peydâ olmağla olanca tuhfelerin tertîb-i zîb ü zînet itdükde Türkün biri yalduzlı sâ’atlerin birini görür. Zer- endûd bir hokka kıyâs idüp postun içine güm kılur. Sâhib-i meclis çalar saatin yerinde bulmaz. Bu meclisden kimse gitmemişdür lâbüd bulınur ola diyu âzurde olmaz. Vaktâ ki bir sâ’at tamâm olur. Türkün cebindeki sâ’at velvele itmeye başlar. Mezbur Hüsrev o meclisde hâzır olmağın bedîhe bu kıt’ayı namzla edâ kılur:

Bir sadâ çıkdı içinden kürkün

Bire ne şu didi biri türkün

Bildiler anı ki sâ’at çaldı

Sâ’atı geldiği sâ’at çaldı”17

Bu metinden ne anlaşılıyor? Şu: Türklerin ileri gelenlerinden birisi, yine kendisi gibi Türklerin eşrafından bazılarına ziyafet verir. Bu davet esnasında misafirlerden birisi odadaki yaldızlı saatleri görmüş ve herhâlde çok hoşuna gitmiş olmalı ki bunlardan birisini çalıp cebine koyar. Metinden anlaşıldığı kadarıyla hırsız çaldığı şeyin bir saat olduğunu bilmemektedir. Onu altın kaplamalı bir hokka zannetmiştir. Biraz sonra ev sahibi saatlerden birinin yerinde olmadığı görür ve haliyle çalındığını anlar ama çalınan şeyin bir çalar saat olduğunu, saat başı çalacağını bildiğinden ve henüz kimse de evden ayrılamadığından “nasıl olsa biraz sonra kimin aşırdığı anlaşılır” diye hiç endişe etmez. Biraz sonra hakikaten saatin çalacağı vakit gelir ve başlar çalmaya, hem de hırsızın kürkünün içinde! İşte bu ana şahit olan şair Hüsrev hazırcevaplılığını konuşturur ve o anda irticalen söylediği dörtlükle hadiseyi ölümsüzleştirir.

1500’lerde, İstanbul’da, cebe sığacak bir hokka kadar küçük, saat başı çalan bir çalar saat kimin icadı veya ürünüdür? Âlî’deki malumat orada dururken çalar saatin icadıyla ilgili “günümüz mantığındaki ilk çalar saat, 1787′de icat edilmişti” ve benzeri bilgiler geçerliliğini ne kadar koruyacaktır? Bizler Âlî’nin bahsettiği bu saatin nasıl bir saat ve kimin mamulü olduğunu acaba hangi kaynaklara bakarak öğreneceğiz? Mehmet Kaplan’ın şu cümlesini derinden idrake yazıldığı günden çok daha fazla muhtacız: “Ben şuna kaniim ki, biz, dünya milletlerinin kültür aynalarında kendi hayalimizi görmeden, aktüel meselelerimizi dahi sürekli olarakhalledemeyiz.”18

Şu sıralar Victor I. Stoichita tarafından yazılmış olan Gölgenin Kısa Tarihi adlı bir eser okumaktayım. Mübarekler nesnelerin ve şeylerin tarihini yazmayı bitirmişler de sıra onların gölgelerinin tarihini yazmaya gelmiş ve onu da yazmışlar! Merak ediyorum, bizler ne zaman kültürümüzde şeylerin tarihini (bu arada mesela saatintarihini) yazacağız ve onları kaleme alırken acaba Tezkirelere de bakacak mıyız?

1 A. Ragıp Akyavaş, Çalar Saat I, TDV Yay., Ankara 2010, s. XII.

2 Bu yazı divan şairi ve saat ilişkisine dair bir başlangıçtır. Bu konuda yazmaya devam edeceğiz.

3 http://www.bilimsayfasi.com/calar-saatin-icadi.html, 16.12.2014

4 http://www.birgaripmatematikci.com/egitim/bilgi-bankasi/buluslar-ve-mucitler/1516-calar-saatiilk- kim-buldu-calar-saatin-tarihi.html

5 Yeni Hayat Ansiklopedisi, Doğan Kardeş Yay., İstanbul 1981, 5. cilt, s. 2775.

6 Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, (Çev: Servet Zengin), Bedir Yay., İstanbul 1975, s. 114.

7 Nurettin Rüştü Büngül Eski Eserler Ansiklopedisi, Tercüman 1001 Temel Eser, (t.siz), 2. cilt, s. 45.

8 http://www.msxlabs.org/forum/muhendislik-bilimleri/27024-onemli-icatlar-saat-ve-tarihcesi.html

9 Crailsheimli Adam Werner, Padişahın Huzurunda-Elçilik Günlüğü, (Çev: Türkis Noyan), Kitap Yay., İstanbul 2011, s. 48.

10 Crailsheimli Adam Werner, Padişahın Huzurunda-Elçilik Günlüğü, (Çev: Türkis Noyan), s. 135-137.

11 M.de M. D’Ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Âdetler, (Çev: Zerhan Yüksel), Tercüman 1001 Temel Eser, s. 143.

12 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz), TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı Yay., İstanbul 2011.

13 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz),, s. 48.

14 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz), s. 70.

15 A. Ragıp Akyavaş, “Saat”, Âsitâne: Evvel Zaman İçinde İstanbul II, TDV. Yay., Ankara 2000, s. 71.

16 Fügen Tabak, Güneş Saatleri, Hacettepe Üniversitesi Yay., Ankara 2010, s. 68.

17 Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz: Mustafa İsen), Atatürk Kültür Merkezi

Başkanlığı Yay., Ankara 1994, s. 304.

18 Mehmet Kaplan, “Cahiz’i Okurken”, Türk Kültürü dergisi, Türk Kültürünü Araştırma Enst. Yay., Ankara Ocak 1968, S.: 63, s. 3.

Atmos Konsol Saati

Unique in the world. Atmos, the clock that lives on air.

WITH NO BATTERY, ELECTRIC CURRENT OR WINDING, the Atmos clock has been living on air since 1928. Jean-Léon Reutter, in 1928, designed a completely revolutionary clock drawing its power from variations in the ambient temperature. It took yet a few more years of research by Jaeger-Le Coultre watchmaking firm to transpose the idea into technical reality and patent it. The result came astoundingly close to perpetual motion: the Atmos clock was born.
Its principle is amazingly simple. In a hermetically closed capsule is a gaseous mixture which expands when the temperature rises and contracts when it falls. Connected to the driving spring, the capsule swells like the bellows of an accordion and winds the clock movement up constantly. Between 15 and 30 degrees Celsius, temperature fluctuation of a single degree is enough to ensure an operating autonomy of about two days.
The gearing is so perfect that it requires no lubrication. Oil would merely clog the mechanism. Its balance moves slowly and majestically, performing only two vibrations per minute. It hangs from a steel alloy wire that is as fine as a hair and yet stable and resistant, thereby keeping any loss of energy due to friction to a minimum.

Mineral crystal and brass case with a front door. Silvered ring dial with applied Arabic numerals and markers

Case size : 21 x 23,5 x 17 cm.
_______
Its power source is an internal hermetically sealed capsule containing a mixture of gaseous and liquid ethyl chloride, which expands into an expansion chamber as the temperature rises, compressing a spiral spring; with a fall in temperature the gas condenses and the spring slackens. This motion constantly winds the mainspring. A temperature variation of only one degree in the range between 15 and 30 degrees Celsius, or a pressure variation of 3 mmHg, is sufficient for two days’ operation.

Osmanlı’da Saatçilik : Ahmed Eflâkî Dede

Tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde “güneş saati”, “kum saati”, “mum saati”, “su saati” benzeri saat türevleri ve otomatlar hep mekanik saatçiliğin ara istasyonları sayılır.

Abbasi Halifesi Harun Reşid’in 807’de Charlmagene’a hediye olarak gönderdiği saati ve otomat gibi zaman bildiren bu ve buna benzer aygıtlar, İslam dünyasında çokça yapılmış ve kullanılmıştır. Bir Ortaçağ İslam mühendisi olan El Cezeri, 12. yüzyılın sonlarına doğru, Artukoğullarından Diyarbekir hükümdarı Nureddın Mehmed Karaarslan’a (1185-1200) sunduğu “-El Camı beyne’ıtım ve’-Amelü’n-Nafî fi San’atı’l-Hiyal” (Olağanüstü

Mekanik Araçların Bilgisi üzerine Kitap) adlı eserinde bölümler halinde mum saati, su saati ve benzeri saat ve robotların  nasıl çalıştığını uzun uzun anlatır hatta bunlardan bir kısmını da kendisi icad eder.

Osmanlıların ilk mekanik saat yapımcısı ve Topkapı sırtlarında bulunan İstanbul Rasathanesinin  (1575) kurucusu olan Takiyüddin bin Maruf dur. Aynı zamanda Sultan III.Murad’ın müneccimbaşısı idi. Doğuda o zamana kadar mekanik saat üzerine yazılmış ilk ve tek kitabın yazarı olan Takiyüddin’in , Türkçe çevirisi  Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair En parlak Yıldızlar adını taşıyan El-Kevakibü’ d-Dürriye fil-Bengamatü’d-Devriye (1556)  adlı eserinde, mekanik saat yapımının en ince ayrıntılarını bulabiliriz.

Osmanlılar döneminde çokça muvakkit yetişmiş bu muvakkitler genelde su saati, mum saati, kum saati ve güneş saati konularında eserler vermiştir. Mekanik saatler konusunda ise maalesef az sayıda usta yetişmiş olup bunlar da verdikleri eserlere genelde isim yazmamışlardır.

Osmanlı saat ustalarının yaptığı mekanik saatler çok az olmasına rağmen bu saatlerin hepsi de sanat harikası çok değerli sedef ve mine işlemeli nadide parçalardır. Genellikle iskelet türü üzeri fanuslu içerisi görünen saatler yapmışlardır.

İskelet türü saatler18.yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmıştır. 19.yüzyıldan itibaren Osmanlı’da da görülmeye başlanmıştır. Tarikat eğitiminde (içi dışı bir olmak)özelliğinden olsa gerek, Mevlevî saatçiler özellikle iskelet saat yapmışlardır. Sultan 3.Selim’in (1789-1807) döneminde Mevlânâ’ya duyduğu hayranlık  ve Mevlevî dostu olmasından kaynaklanan ve bu dönemde yapılmaya başlanan iskelet saatler, Sultan 2.Mahmud (1808-1839) zamanında en yaygın dönemini yaşamıştır. Bu saatlerin büyük bir bölümünün ön yüzleri, Mevlevî sikkesi (başlığı) biçiminde yapılmış ve üzerine yapan ustanın adı kazınmıştır. Bu ustaların şüphesiz en önemlileri 19. yüzyılda eser vermiş Mevlevi saat ustaları Es-seyyid el-Hac Dürrî, Ahmed Gülşenî, Ahmed Eflâkî Dede ve oğlu Es-seyyid Hüseyin Hâkî dir. Bunların en ünlüsü “Saatçi Dede” diye de anılan Ahmed Eflâkî’dir.

Ahmet Eflâkî Hicri 1223 Milâdî 1808’de (tekfur dağ) Tekirdağ’da  doğmuştur. Halvetiyye dergâhı şeyhlerinden Seyyid Hâmid Kırîmî Efendi’nin oğullarındandır. Öğrenimine Tekirdağ’da başlamış; 1825’te 18 yaşında İstanbul’a gelerek Yenikapı Mevlevîhânesinde Çilesini tamamlayıp derviş olduktan sonra, 1828’de “ilm-i nücûm” (astronomi) tahsiline başlamış ve bu münasebetle saatçiliğe merak sararak kendi kendisini yetiştirmiştir. “Eflâkî” lakabı kendisine “felekiyyat” denilen astronomi  ilmindeki başarılarından dolayı verilmiştir. Sultan Abdülmecid döneminde 1840’da açılan Sultan 2.Mahmud Türbesinin muvakkithânesine ilk muvakkit olarak atanmıştır. İmzalı 11 saati olduğu bilinen Eflâkî Dedenin, Topkapı Sarayı Müzesi, Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi ve İş Bankası Müzesi’nde birer saati vardır .Ünlü Osmanlı saatçilerinden Mehmed Şükrî kendisinin öğrencisidir.

         1847’li yıllarda Ahmed Eflâkî Dede Efendi, bütün çark ve diğer parçalarını kendisi hazırlayarak, ayda bir kez kurulabilen saat yapıp bunu padişaha sunmuş bundan dolayı da ödüllendirilmiştir.

1848 de hacca gitmiş ve dönüşte şeyhi Kudretullah Efendinin izniyle evlenmiştir. Bu evlilikten Fatma, Seza ve Hatice isminde üç kızı ve Galip isminde bir oğlu vardır. Kızı Fatma hatun’un dışındakiler uzun sure yaşamamıştır.

Ahmed Eflâkî Dede’nin ayrıca başka bir evlilikten esseyid Hüseyin el Haki adlı bir oğlu olup aynı zamanda kendisinin yanında saatçilikte ustalaşarak eserler vermiştir. Ahmed Eflâkî Dede bir iskelet saati ile beraber Osmanlıda üretilen sinayi ve zırai 700 civarında üreticinin ürünlerinin de beraberinde olduğu  feyzi bahri vapuruyla 1851 de düzenlenecek olan  1. Uluslararası Londra Sergisine katılmak üzere  hareket etmiş ancak fuara yetişemedikleri için Osmanlı ürünleri daha sonrasında kristal sarayda açılmıştır. Altı ay açık kalan Bu sergi Kraliçe Victoria dahil çok kişi tarafından gezilmiştir.

 Sergiden sonra  da meslekî bilgi ve görgüsünü artırmak amacıyla Londra’dan Paris’e yollanan Eflâkî Dede, burada Paul Garnier’in fabrikasında çalışır. Abdulbaki Baykara’nın rivayetine göre ise Bireke [Breguet]fabrikasında 2 yıl süren bir çalışma yapar.Bu arada Fransızcayı da öğrenir.

Ahmet Dede Efendi 1853 yılı Mayıs ayında İstanbul’a dönerken padişah Abdulmecit’in kendisine göndermiş olduğu ödenekle beraber yanında; çark kenarlarını yontmak için ve değişik boyda vida üretmek için çeşitli makineler, değişik boyutta vida yivi açma makineleri, haddeler, torna tezgâhları, dişli göbeği açmak için araçlar, mengeneler, metal kesme makasları, seyyar döküm aracı ve aksesuarları, çeşitli formda törpüler, bıçaklar ve benzeri 27 araç gereç de vardır.

Avrupa dönüşünde 2. Mahmud muvakkithanesinde, saatçiliği fevkalade ileri götürmüş ve kendi zekası bilgi ve becerisiyle on adet daha saat imal etmiştir.

Ahmet Dede Efendi Paris’te bulunduğu dönemde de bir saat imal etmiş ve gerek bu saatin gerekse İstanbul’da yapmış bulunduğu saatlerin 1863de Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde Sultanahmet’te açılan “Sergi-yi Umûmî-yi Osmânî”de sergilenmiştir.

Yaptığı saatlerden bir tanesinin çalışmadüzeneği Dolmabahçe Sarayı bahçesinde bulunan saat kulesinin minyatürü şeklinde olan bu saatin dört bir tarafında dört saat, bir küre ve ortasında bir saat ve daha altında saniyesi bulunur. Küredeki makineleri kuvvetli çelik zembereklere bağlı olan bu saatin nadide dişlileri ve güzel bir de yakutu vardı. “Eflâkî Dede, Âsitane”, yazılı minası, dişli ve makine kısımları, zarif ve kuvvetli cıva yaldızıyla altınlaştırılmış dış görüntüsü Ahmed Eflâki Dede’nin özgünlüğünü ve orijinal dizaynını yansıtmaktadır.

Mevlevilerin “İsmi Celâl” çekmesi tarzında “Allah Allah” der gibi işlemektedir.
Bu saatin üzerine ‘Muvakkit-i Cennetmekân Sultan Mahmud Hân Ahmed Eflâkî el-Mevlevî’ imzasını atmıştır.

Aynı zamanda muvakkit olan Ahmed Eflâki Dede, Sadrazam Fuad Paşa’nın konağına giderek zaman zaman saat ayarı yapmıştır. Kendisini takdir eden Fuat Paşa, onun hakkında

“Parmağıyla dönderir saatı Eflaki Dede

Dindirir hem bindirir mikatı Eflaki Dede”

 (Eflâki Dede saati parmağında oynatır; vakti isterse durdurur, isterse ileri alır)

diyerek Eflaki Dede’ye takılırmış!

Osmanlı saatçiliğinin bu büyük ustası, Cağaloğlundaki evi yandıktan sonra kiracı olarak oturduğu İshakpaşa’daki evinde Milâdî 9.3.1875 salı günü 68 yaşında vefat etmiştir.

Saatçilik tarihinde çok önemli bir yeri bulunan Ahmed Eflâki Dede’nin yaptığı saatler diğer saatçilere örnek olmuştur. Oğlu Hüseyin Hâki de kendisi gibi bir saat ustasıdır.

Birçok saat yapan ve saat ustaları yetiştiren Ahmed Eflâki’nin Mehmed Şükrü ismindeki yaptığı saatlerin üzerinde hocasının ismi bulunmaktadır.

Topkapı saray saatleri ve Dolmabahçe’deki saatler günümüzde bir çoğu yeniden restore edilip uzun uğraşlar sonunda çalışır hale getirildikten sonra değişik sergilerle halka açılmıştır.

Halka açılan sergilerde Mevlevi saat ustalarının da yapmış oldukları  bu saatlerde, yelkovan ve akrebin, dişli sisteminin, çarkların, zemberek ve salyangozların, zincirlerin, sarkaç yada eşapman bloklarının belli  bir nizam içerisinde ahenkli, sabırlı dönüşleriyle tarikatlarının sema geleneği arasında benzerlikler bulunmaktadır.

Betül Zer

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/osmanlida-saatci-dede-ahmed-eflaki/446768